Rasulullah’ın Davet ve Tebliğ Metodu
a
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. (Maide, 5/67)
Kâinatın Efendisi, mü’minler için en mükemmel örnektir:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. (Ahzab, 33/21)
Hz. Peygamber, İslâm’ın mesajını tebliğ, davet, nasihat ve irşat yoluyla yaymıştır:
Tebliğ, din mesajını insanlara ilan edip bildirmek, davet de insanları dine çağırmak ve dinin bahşettiği iman ve hidayet nimetinden onları yararlandırmak demektir.
Nasihat ise Allah için öğüt vermek anlamına gelir.
Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin ve Lokman (a.s.) gibi müstesna kimselerin kendi yakınlarına ve ümmetlerine yaptığı nasihat örnekleri ile doludur.
İrşat kavramına gelince, o da insanları gaflet uykusundan uyandırıp hak ve doğru olan yola, Allah’ın gösterdiği “Sırat-ı Müstakim”e iletmek ve bu konuda insanlara rehberlik etmektir.
Bu görevi yapan kimselere mürşit denir. Kur’an-ı Kerim onlar için;
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلاً مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben Müslüman’ım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? (Fussilet, 41/33) buyurmuş ve güzel sözlü olduklarını belirterek onları övmüştür.
Hz. Peygamber’in irşat görevi yapanlar hakkında söylediği ise şöyledir:
عن أنسٍ (رع) قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ(صعم): الدَّالُّ عَلى الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ.
(4681)- Hz. Enes (r.a) anlatıyor: “Resulullah (a.s) buyurdular ki:
Hayra delâlet eden onu yapan gibidir. [Tirmizî, İlim 14, (2672).]
Hz. Peygamber’in tebliği, Allah’tan aldığı vahye dayanır:
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى {3} إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
O, kendi hevasına dayanarak konuşmaz; O’nun konuşması, (kendisine) vahy edilenden başkası değildir. (Necm, 53/3-4)
O, tebliğini Allah’ın emri olarak yapmış ve bunun için asla karşılık beklememiştir: Kur’an-ı Kerim bu konuya tanıklık yaparak şöyle buyurmaktadır:
قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِلَّا مَن شَاء أَن يَتَّخِذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلاً
De ki: Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmamızı istiyorum. (Furkan, 25/57)
Hakikaten Hz. Peygamber, bütün hayatını karşılıksız olarak Allah’ın dinini tebliğe adamıştır.
1- Hz. Peygamber, tebliğe önce kendi yakınlarından başlamıştır:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp-korkut. (Şuara, 26/214)
Nitekim ilk Müslüman olanlar, eşi Hz. Hatice ve sürekli yanında bulunan amcası oğlu Hz. Ali’dir. Ardından Hz. Ebubekir gibi yakın dost ve arkadaşları ile kendi kabilesinden olan akrabalarına, daha sonra da çevre kabile ve şehir merkezlerine açılmıştır.
Eğer bir isim vermek gerekirse buna, merkezden muhite doğru açılma uygulaması diyebiliriz.
2- Allah’ın Resulü daima müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmuştur:
Bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
يَسِّرُوا وَلا تُعَسِّرُوا وَبَشِّرُوا وَلا تُنَفِّرُوا
Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. (Buhari, İlim, 11, Edep, 80; Müslim, Cihad, 8)
3- Sabır, bu yolun en büyük azığıdır:
Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh’un, Hz. Lût’un, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Yahya’nın ve Kâinatın Efendisi’nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü’minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah’ı ve O’nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.
İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir:
الَّذِينَ يُبَلِّغُونَ رِسَالَاتِ اللَّهِ وَيَخْشَوْنَهُ وَلَا يَخْشَوْنَ أَحَداً إِلَّا اللَّهَ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيباً
Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, O’nu sayıp, O’ndan çekinir ve O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter. (Ahzab, 33/39)
Peygamber Efendimiz’e Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz. (Mâide, 5/67)
Rasulullah’ın, bu vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti.
Kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.
Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu.
Daha sonra istihza ve alayla devam etti.
Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. (Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu.)
Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu.
Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..!
O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu..
O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif’e gitti..
Taif’liler O’nu çok çirkin bir tarzda karşıladılar ve ayak takımını kışkırtarak taşlattılar. Efendimiz çaresiz geri döndü, bir bağa sığındı, sonra ellerini açıp Rabb’ine niyazda bulundu ama lanet etmedi.
Günümüzde de İslâm’ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü’minlerin ona ittibaları emredilir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah’tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir. (Bakara, 2/153) âyeti bunlardan sadece biridir.
Bizler birer mü’min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz:
a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar.
b) Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, muttakîlerden olur.
c) Allah’a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah’ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir.
4- Konuşurken hikmetli, güzel, kısa ve özlü sözler kullanmıştır:
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir. (Nahl, 16/125)
Mesela iyilik ve günahın ne olduğunu soran birine;
عن النوّاس بن سمعان )ر.ع( قال: سَأَلْتُ رسولَ اللّهِ )صلعم( عَنِ الِبرِّّ وَالا ثْمِ، فقَالَ: البِرُّ حُسْنُ الخُلُقِ، وَالاثْمُ: مَا حَاكَ في صَدْرِكَ وَكَرِهْتَ أنْ يَطَّلِعَ عَلَيْهِ النَّاسُ.
Nevvâs İbnu Sem’an (r.a) anlatıyor: “Resulullah (a.s)’a iyilik (birr) ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi:
“İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini (vicdanını) rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından korktuğun şeydir.” [Müslim, Birr 15, (2553); Tirmizî, Zühd 52, (2390).] buyurmuştur.
5- İnsanlara güler yüz ve yumuşak söz (kavli leyyin) ile yaklaşmıştır:
O’na göre insanlara güler yüz göstermek, iyiliktir
تَبَسُّمُكَ في وَجْهِ أخِيكَ صَدَقَةٌ، وَأمْرُكَ بِالْمَعْرُوفِ ونَهْيُكَ عَنِ الْمُنْكَرِ صَدَقَةٌ، وإرْشَادُكَ الرَّجُلَ في أرْضِ الضَّلاَلِ لَكَ صَدَقَةٌ، وَبَصَرُكَ لِلرَّجُلِ الرَّدِىِّ الْبَصَرِ صَدَقَةٌ، وَإمَاطَتُكَ الْحَجَرَ والشَّوْكَ وَالْعَظْمَ عَنِ الطَّرِيقِ صَدَقَةٌ، وَإفْرَاغُكَ مِنْ دَلْوِكَ في دَلْوِ أخِيكَ صَدَقَةٌ .
Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi’l-mâ’rûfun ve nehy-i ani’l-münkerin sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır. [Tirmizî, Birr 36, (1957).]
6- Yumuşak davranıp hoşgörülü olmuştur. Tatlı dil kullanmış, hatta kendinden bahseder gibi sohbet havası içinde yapmıştır:
Yumuşaklık O’nun aslî ve zatî vasfıdır. Ancak Allah’ın yasaklarına uymama gibi hatalı bir durumla karşılaşınca, arızî olarak hiddetlenir ve hemen o hatanın giderilmesini isterdi.
مَنْ غَشَّنَا فَلَيْسَ مِنَّا
“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim, İman, 164),
لَيْسَ الْمُؤْمِنُ الَّذِى يَشْبَعُ وَجَارُهُ جَائِعٌ إِلَى جَنْبِهِ
“Komşusu aç iken, tok yatan (olgun) mü’min değildir.” (Beyhaki, Sünen, Kitabu’d-Dahaya, 20160) gibi tehdit ifadeleri, bu kabil yanlışlar dolayısıyla ortaya çıkan arızî vasfının eseri olan sözlerdir.
Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz’in İslâm’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz’e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmran, 3/159)
Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, O’nu yumuşak huylu kıldı. Burada merhametle ilgili birkaç hadis-i şerif zikretmeyi faydalı buluyorum. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor:
عَنْ جَرِيرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صعم) مَنْ لَا يَرْحَمْ النَّاسَ لَا يَرْحَمْهُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah da merhamet etmez. (Müslim, Fedail, 66/4283)
قالَ رسولُ اللّهِ: الرَّاحِمُونَ يَرْحَمُهُمُ اللّهُ تَعالى! اِرْحَمُوا مَنْ فِي الارْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ في السَّمَاءِِ. اَلرَّحْمُ شِجْنَةٌ مِنَ الرَّحْمَنِ مَنْ وَصَلَهَا وَصَلَهُ اللّهُ وَمَنْ قَطَعَهَا قَطَعَهُ اللّهُ تَعالى
Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs (r.a) anlatıyor: “Rasulullah(a,s) buyurdular ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” [Tirmizî, Birr 16, (1925); Ebû Dâvud, Edeb 66, (4941).]
Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke’nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın; “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” buyurmuştur.
Ebû Süfyan’ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır.
Amcasının katili Vahşi’yi ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi de affetmiştir.
İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.
7- Tedrîcilik bu yolun en önemli özelliklerindendir:
Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm’ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir.
Efendimiz’in (s.a.s) İslâm’ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim’in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.
Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür.
Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir.
Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu’s-Sîre s. 95).
Tedricilik düsturu kıyamet’e kadar mü’minlere örnek olacak düsturlardandır:
1900’lü yılların başında Japonya’yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: “Benim İslâm’ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon’a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz’in sünneti olduğunu söyledim. ‘Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?’ diye sordu. Ben de, ‘İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi’ cevabını verdim. ‘Haklısın’ dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı (Abdürreşid İbrahim, Japonya’da İslâmiyet, 1/156).
8- Allah’ın Resulü, anlattıklarını bizzat tatbik etmiştir. Rasulullah (s.a.s.), yaptığı şeylerle daima insanlara örnek olmuştur:
O, yapmadığını asla söylemez, söylediğini ise mutlaka yapardı. Zaten tebliğ ve irşat faaliyetinde en önemli husus da bu olsa gerektir. Aksi takdirde muhatabın; “niçin yapmadığını söylüyorsun?” itirazı ile karşılaşırız; ki bu itiraz, Allah Teala’nın da en büyük azarlarından biri olarak Kur’an-ı Kerim’de yer almış bulunmaktadır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ
Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? (Saf, 61/2)
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَامِرٍ أَنَّهُ قَالَ أَنْ دَعَتْنِي أُمِّي يَوْمًا وَرَسُولُ اللَّهِ)صلعم( قَاعِدٌ فِي بَيْتِنَا فَقَالَتْ هَا تَعَالَ أُعْطِيكَ فَقَالَ لَهَا رَسُولُ اللَّهِ)صلعم( وَمَا أَرَدْتِ تُعْطِيهِ قَالَتْ أُعْطِيهِ تَمْرًا فَقَالَ لَهَا رَسُولُ اللَّهِ )صلعم( أَمَا إِنَّكِ لَوْ لَمْ تُعْطِهِ شَيْئًا كُتِبَتْ عَلَيْكِ كِذْبَةٌ
Abdullah b. Amr (r.a.) anlatıyor: “Ben küçüktüm, Peygamberimizin evimizde bulunduğu bir günde, annem beni: “Gel sana bir şey vereceğim” diye çağırdı. Peygamberimiz anneme: “Çocuğa ne vermek istedin?” diye sordu. Annem: “Hurma vereceğim.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Eğer (çocuğu aldatıp ona) bir şey vermeyeydin, sana bir yalan günahı yazılırdı.” buyurdu. (Ebu Davud, Edep, 88, 4339)
عن النعمان بن بَشير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: قال رسولُ اللّه: مَثَلُ المُؤْمِنِينَ في تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعاطُفِهِمْ مَثَلُ الجَسَدِ إذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى.
Numan İbnu Beşîr (r. anhümâ) anlatıyor: “Rasulullah (a.s) buyurdular ki: “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’min lerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” [Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, (2586).]
9- Tebliğde hep sevgi, şefkat ve merhamet gibi insanî meziyet, his ve duyguları kullanmıştır:
Çünkü o, rahmet peygamberiydi. Allah O’nu şiddet uygulayan biri olarak değil (Bkz. İbn-i Hanbel, Müsned, III/328) aksine;
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107), ifadesindeki gibi rahmet;
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا مُبَشِّراً وَنَذِيراً
“Biz seni bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderdik” (Furkan, 25/56) ifadesindeki gibi insanları kötülüklerden koruyan biri olsun diye göndermişti.
10- Daima iyiyi ve güzeli tavsiye etmiş, kötü ve çirkin olanı ise, zararlarını belirterek yasaklamıştır:
Bir çocuğu ham hurma yemekten (İbn-i Mace, Ticaret 67; Ebu Davud, Cihad, 85), bir başka çocuğu yemekte sol elini kullanmaktan ve başkasının önünden alıp yemekten men ederken (Bkz. Buhârî, Et’ıme, 2; Müslim, Eşribe, 107) bile bunu yapmış ve bu suretle irşatta eğiticilik ve öğreticilik vasıf ve yeteneğinin de kullanılması gerektiğinin en güzel örneğini vermiştir. O, kendisinin gönderiliş sebebini anlatırken
إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَبْعَثْنِى مُعَنِّفاً وَلَكِنْ بَعَثَنِى مُعَلِّماً مُيَسِّراً
“Allah beni şiddet uygulayan biri olarak göndermedi; eğiten ve kolaylaştıran biri olarak gönderdi” (Bkz. İbn-i Hanbel, Müsned, III/328/14889) buyurmuştur.
مَا رَأَيْتُ مُعَلِّماً قَبْلَهُ وَلاَ بَعْدَهُ أَحْسَنَ تَعْلِيماً مِنْهُ وَاللَّهِ مَا كَهَرَنِى وَلاَ شَتَمَنِى وَلاَ ضَرَبَنِى.
Muaviye b. Hakem es-Sülemi diyor ki: Rasulullah’tan daha önce ve daha sonra O’ndan daha iyi hiçbir öğretmen görmedim. (Hiçbir zaman) bana kızmadı, ayıplamadı ve dövmedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/24483)
11- Kötüyü yasaklarken genel konuşmuş ve şahısları asla hedef almamıştır:
Mesela biri hoşuna gitmeyen bir şey yapsa, “sen niye böyle yaptın” demez, sanki yapan şahsı tanımıyormuş gibi davranarak sadece “neden bazıları böyle yapıyor” demekle yetinirdi. (M. Ebu Zehra (Trc. M. Keskin), Son Peygamber Hz. Muhammed, 1/267, İst., tarihsiz.)
12- Tevazu, vazgeçilmez bir özelliği olmuştur:
Allah Resûlü’nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır.
Bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:
رَجُلٌ فَكَلَّمَهُ فَجَعَلَ تُرْعَدُ فَرَائِصُهُ فَقَالَ لَهُ ” هَوِّنْ عَلَيْكَ فَإِنِّي لَسْتُ بِمَلِكٍ إِنَّمَا أَنَا ابْنُ امْرَأَةٍ تَأْكُلُ الْقَدِيدَ .
“Arkadaş titreme! Ben kral değilim. Ben de senin gibi kurutulmuş et yiyen bir kadının çocuğuyum…” (İbn Mâce, Et’ime, 30/3437)
Kâinatın Efendisi Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş’a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti…
Hz. Aişe Validemiz’den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır:
“Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Tirmizi, Şemâil, 78)
O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu.
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir.
13- Sürekli Muhasebe:
Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes’ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi’dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır.
Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Hûd Sûresinde O’na:
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol. (Hûd, 11/112) buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu…
Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile Pazar gidip alışveriş yaparak geçimini temine devam etmeye çalışmıştı. Ancak Hz. Ömer ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz’î bir maaşa razı olmuştu. Vefat ettiği zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin.” diye bir nameyle küçük bir küp bırakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır.” Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve “Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demişti.
Hz. Ömer de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Devletin mumu yanarken verilen dost selamını almamış, kendi mumunu yaktıktan sonra “ve aleyküm selam” demişti.
Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü’min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır. (Mehmet KAZAR, Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar, Yeni Ümit Sayı : 62)
14- Neticeleri Allah’tan bilme:
فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmran, 3/159)
Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk’a bırakırdı. Cenab-ı Hakk’ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O’ndan geldiğini ve O’nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.
15- İç Derinliği:
Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah’tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi:
وعن ابن مسعود: [ دَخَلْتُ عَلى رسول اللّهِ وَقَدْ نَامَ عَلَى رِمَالٍ حَصِيرٍ وَقَدْ أثَّرَ في جَنْبِهِ. فَقُلْتُ يَا رسُولَ اللّهِ: لَوِ اتّخَذْنَا لَكَ وَطَاءً تَجْعَلُهُ بَيْنَكَ وَبَيْنَ الحَصِيرِ يَقِيكَ مِنْهُ؟ فقَالَ: مَالِى وَلِلدُّنْيَا؟ مَا أنَا وَالدُّنْيَا إلاَّ كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا]
(1970)- İbnu Mes’ûd (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (a.s)’ın yanına girmiştim. Onu bir hasır örgünün üzerinde uyumuş buldum. Hasır, (vücudunun açık olan) yan taraflarında izler bırakmıştı.
“Ey Allah’ın Resûlü dedim, sana bir yaygı temin etsek de hasırın üstüne sersek, onun sertliğine karşı sizi korusa!”
“Ben kim, dünya kim. Dünya ile benim misâlim, bir ağacın altında gölgelenip sonra terkedip giden yolcunun misali gibidir.” [Tirmizî, Zühd 44, (2378).]
Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân’ın ifadesiyle;
قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً
“Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz.” (Nisa, 4/77) O hâlde mü’min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.
Peyg. Tebliğ Yöntemi D.A.Dergi Nisan 2002 A.Özmen 26.04.05