NASIHAT -2
SOFIYE NASIHAT -2-
TARÎK-I HAKTA
ÇALISANLARIN BES MES’ELESI
Sohbetimiz, Risale-i Nur Külliyatindan Lem’alar kitabinin onyedinci lem’asinin onüç ve ondördüncü notalari üzerinde olacak.
Onüçüncü nota, önemli bes mes’ele olup bunlar,
Allah yolunda çalisanlarin bilmesi lâzim gelen mes’elelerdir.
Birinci Mes’ele: Allah yolunda çalisan bütün Ümmeti Muhammed’in bilmesi lâzim gelen,Allahu Teala Hazretlerinin kulunu ibadet ve taate davet etmis oldugu ve o kulun çalismasina göre
bazi ilâhi tedbirler ve hukuklar tayin etmis oldugudur.
Biz, Ümmet-i Muahammediz; tarik-i hakta çalisiyoruz.
Tasavvufî hayati ya-samak istiyor, nefsimizi boyun egdire-bilmek ve Allah yolunda itaat edebilmek için mücahede ve riyazet yapiyoruz.
Yani nefsimizin çirkin emirlerine muhalefet ediyoruz.
Hepimiz düsünmeliyiz ki biz kullugumuzu yerine getirebilmek için hangi hukuka riayet etmeliyiz?
Muvaffak ve muzaffer olmamizin sartlan ve sinirlari nelerdir?
Kul olarak nasil bir vazife ile mükellefiz? Bunlari bilmeli ve bu vazife üzerinde sebat etmeliyiz.
Düsünelim ki: Bir çiftçi ekinini ekmek için öküzünü çifte kosar veya traktörüyle tarlasini sürüp tohumunu atar.
Bunlar, onun vazifesidir. Bundan ötesi Allah’in isidir.
Toprak altindaki tohumu iyice hayvanlardan korumak,
tohumu nesvü nema da buldurmak, zamaninda yagmur yermek, zamaninda günes verip olgunlastirmak gibi.
Sonra sira tekrar çiftçiye gelir. Tarlayi biçmek gerekir.
Kul diyemez ki: “Ya Rabbim, ben ekin ektim; yüz misli mahsul ver.” Bu Allah’in isidir.
“Ya Rabbim, mahsulümü koyuna, sigira, inege yedirme. Mahsulümü kuraklik ile kavurma.
Olgunlasmis ekinimi yanginda yakma.”
Yanî o ekinin ambara girinceye kadar Allahu Teala’ya taallluk eden hukuku oldugu gibi kula da taalluk eden vazifeleri vardir.
Kul, kendi vazifesine bakacak. Onlari yerine getirdikten sonra Allah’a taalluk eden hukuka karismamasi gerekir.
Bir gün Isa (A. S) yüksek bir tepeye çikti, seyrediyordu.
Mel’un iblis insan suretinde geldi ve Isa (A. S) a söyle dedi:
“Madem ecel Allah’in takdiri iledir ki sen böyle diyorsun, kendini bu yüksek tepeden at; bak nasil öleceksin.”
Bunun takdiri nerede?
Demek istiyordu. Hz. Isa (A. S) iblisi tanidi ve ona söyle cevap verdi:
“Ey mel’un, sen yine iblis gibi sual surdun. Cenab-i Allah kulunu tecrübe eder,
sen su sartlarla söyle yaparsan ben de böyle yaparim, der. Kulun hakki ve haddi degildir ki,
“Ben böyle yapayim. Sen de benim yaptigimi benim istedigim gibi yap.”
Demek. Tepeden düsmek, Allah’in muradi ile olursa sehid olunur.
Ben, kendimi tepeden atip da, “Rabbim, beni sehid et.” Diyemem.”
Bunun gibi, dükkan açayim, su insaati veya ihaleyi alayim; yüzde seksen kazanç ver, diyemeyiz.
Insaati alir veya düjckâni açar, sebeplere yapisir, Allah’in tayin ettigi hukukta çalisiriz.
Muvaf-fakivet Allah’in ved-i kudretindedir. Insanlar burada hata ediyor.
Evleniyorlar; üç tene kizlari oluyor. Üçünün de oglan olmasini istiyorlar.
O, sizin elinizde degil ki. Su halde, Allah’a itaat eden kulun vazifesi, tayin edilen emr-i Rabbani
muvacehesinde Allah’a itaat temektir. Neticeleri celbetmek Allah’in isidir.
Madem hakikat budur, Cenab-i Hakkin rububiyetine karisilmaz.
Allah, kulunu tecrübe ile imtihan eder. Gerek dünyevî mükâfatlar, gerek âhiret dere-celeri nâsib eder.
Meshurdur ki: Islâm kahra-manlarindan ve Cengiz’in ordusunu pek çok defa maglub eden Celâleddin Har-zemsah muharebeye giderken,
vezir ve üdebasi ona söyle demisler: “Sen muzaffer olacaksin!” O da, “Ben, Allah’in emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifeliyim.
Cenab-i Hakkin isine karismam. Muzaffer veya maglub etme O’nün isidir.”
Bu sirr-i teslimiyete sahib oldugundan çok defa muzaffer olmustur.
Habib-i Hûda (S. A. V) Efendimiz söyle buyurdular: “Be, Allahu Teala’nin emrini bir karis öteye götürmek için, onlari duyururum.
Yasak ettiklerini de duyururum. Dinleyip dinlememek kullarin elindedir.” “Onlarin kalplerini Allah’a döndürürüm.”
Demedi. Çünkü kalpleri Allah’a döndürmek yani hidayet vermek Cenab-i Hakkin vazifesidir.
Peygamber de olsa, insanlara hidayet vermek, onun elinde degildir.
Peygamberin görevi tebligdir; hidayeti veren Allah’dir.
Nuh (A. S) 950 sene risalet sahibi oldu: hanimi ve oglu kâfir idi.
(Hal böyle olunca, vekil kardeslerimizin cemaatte tahakküm etmeli çok yanlistir.
Vekilli, asalet ve kemalat degildir ki, seyhe tazim edildigi gibi önada edilsin.)
Ikinci Mes’ele: Ubudiyet, emr-i ilahiye ve nza-yi ilahiye bakar.
Yani kullugun sebebi, Allah’in emri olmasi; neticesin de Allah rizasi dir.
Kiymetli sofiler, Tarikat-i Nak-sibendiyede ilk defa zikre baslayana bir pusula verirler.
Tarikate giren kimsenin pusulasi: “‘Ilahi ente maksudî ve rizaike matlubî” dir.
Ya Rabbi, sen benim maksudumsun ve ben senin nzani isterim. Yüz adet “Allah” der, pusulaya bakar.
Namaz kilar, pusulaya bakar; sohbet ederler pusulaya bakar, hakeza.
O pusulaya kullarin manyetik alani kansmaz, ümmet-i Muhammed, vekiller dahi buna uymalidir.
“Iyi bilsinler, beni saysinlar, sözüme itibar edilsin, vekil olarak saygi göstersinler…” denilirse, pusula yanlis gösterir.
Bir gün nefsime ait bir rüya gördüm. “Yedirdim yedirdim doyuramadin;
söyledim söyledim doyuramadim.” Dedim. Bir baska rüyam da 1982’den.
Rüyamda bana buyuruldu ki “Sen Afyon Mevlevi beldesinden yetistin. Orasi kemal ât ve irfan beldesidir.
Kâmil insan olmak için ne zaman siraya gireceksin?” uyandim. “Siraya girdin; ne zaman kâmil olacaksin?” demiyor.
“Ne zaman siraya gireceksin?” diyor. Ders alali yirmiüç sene olmus.
Bu sure zarfinda sohbette etmisim. Hâlâ kâmil olacaklarin sirasina girememisim.
Daha siraya bile girememissen nasil kâmil olacagim?! Simdiki insanlar bir haftalik vekil iken,
nerede ise gavs olmuslar! Allah’dan korkmaz misiniz!
Ubudiyetin semere ve faydalan uhrevîdir. Dünyevî bir menfaat göze-tilmemelidir.
Dünya menfaati istenmeden, dünyaya ait faydalar ortaya çikarsa, bu durum ubudiyete ters düsmez.
Bu, zayiflar için sevk ve gayrete getirici bir durumdur. Kâmillere bir sey gösterilmez.
Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor: Fakir bir aile vardi.
Geçimleri çok zordu. Ikisi de veli ve veliye. Kadin, kocasina söyle dedi:
“Çok fakr u zaruret çekiyoruz. Bir sey isteyelim, Allah versin.” Kadin zorladi, kocasi dua etti.
Önlerine altindan bir tugla düstü. Kadin, kocasina, onun ne oldugunu sordu.
Kocasi cevap verdi:
– Cennetteki köskümüzün duvarinin tuglasi.
– Ne yapacagiz?
Satip yiyecegiz. Sen istedin ya. Sonra ne olacak?
— Cennette eksik tuglali hiçbir kösk yoktur. Cennet ehli, bizim köskün duvarina bakacak ve gülecekler.
Eksik tuglayi dünyada satti ve yedi, diyecekler.
– Aman bey, ben vazgeçtim.
Cennetteki köskümüz özürlü olmasin!
Bir kimse Allah’ kulluk ederken, hastaliklarinin izalesi, fakir çocugunun zengin olmasi,
dertli anasinin iyilesmesi, aksi karisinin düzelmesi, ters kocanin islahi için okursa fayda göremez
çünkü maksud dünyevî oldu ve menfaate talluk etti.
Insanlar, hocalara gidiyorlar. Hocalar, öncelikle para için okuyorlar yani dünya menfaati için.
Onun için de fayda göremiyorlar. Göremezler de… Ne yapalim? Sen kullugunu yerine getirir duani edersin;
Allah Razi görürse kaderini degistirir.
Molla Ismail Çetin, Hatirat’inda anlatiyor: “Konya’da kitap almaya gittim. Kitapçi, sivri külahli, sarikli birisi.
Bir kadin aglayarak geldi:
Hocam, halimi bilmiyorsun. Çok perisanim.
Dur, bizim mizrakli ilmihali’ni açalim; bakalim senin halin nedir?
Bir kitap açti ve söyle dedi:
Sen hamama gitmissin. Orada cin çocugunun bacagini kirip ezmissin.
Seni alti ayda iyi ederiz insallah!
Kadindan külliyetli para istedi. Benim kim oldugumu bilmiyordu.
Ondan, elindeki kitabi istedim ve sordu
– Allah askina, bu kitabin neresinde,hamamda cinin çocugunun ayagini kirdigi yaziyor?
– Sen bilmezsin!
Allah’dan kork. Ben bu kitaplari yazanim ben bilmezsem sen ne bilirsin?
Düpe düz düzenbazsin, milleti kandiriyorsun. Bu kadini da soyacaksin.”
Bunun gibi hocalar çoktur. Onlardan fayda görülmez.
Çünkü okuyan, Allah için okumuyor. Giden de Allah* için gitmiyor;
dert için gidiyor. Bilmez misin ki senin basina gelenler kendi ellerinle yaptiklarinin karsiligidir.
Sen Allah’a isyan ettin, O da sana ceza verdi. Bunun ilaci, tövbe, istigfar ve günahi terktir.
Sunu da unutmayalim: Öyle hocalar var diye, Allah’in salih kullarina ve Islâm ulemasina dil uzatmamalidir.
Bazan Allahu Teala, istenilmeden ve beklenilmeden, sevk ve gayrete getirmek için bir seyler gösterir ki
faidelerini düsünüp sevke gelsin; zikrini Allah rizasi için yapsin ve amelini ahirete dayasin diye.
Bu hikmet anlasilmadigindan çoklar süpheye düser hatta inkâr da eder.
Üçüncü Mes’ele: Ne mutlu o adama ki kendini bilip haddini asmaz.
Nasil, bir zerre candan, bir damla sudan, bir havuzdan, denizden, aydan yildizlara kadar günesin cilveleri var.
Her birisi kabiliyetine göre günesin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor.
Bir damla su, kendi kabiliyetine göre, “Günesin aksi bende vardir.” Der. Fakat, “Ben deniz gibi âyineyim.” Diyemez.
“Havuz gibiyim.” De diyemez. Bunun gibi, müridlerde de kalbden arsa kadar Allah’in azametinin cilveleri vardir.
Kalp de bir arstir ama “Ben ars gibiyim” diyemez. Ubudiyetin esasi, acz, fakr, kusur ve noksanini bilmektir.
Bazilari ise niyaz edip dergah-i ulûhiyete secde etmeye mukabil, zerrecik kalbini arsa müsani tutar.
Damla kadar makamini deniz gibi, evliyanin makamina benzetir.
Kendini O büyük makamlara yakistirmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için riyakârlik, gösteris ve övüngenlik yapar.
Nasil ki devlet mekanizmasinda köy muhtarindan reisi cumhura kadar makamlar vardir.
Köy muhtari veya kaymakam, basvekil oldugunu söyleyemez.
Bunun gibi, nice sofiler, kendilerini, velayetin isiginda aydinlanmis onbasi iken, albay, görürler.
Yanlanndakilerin iltifatlari ile sevinip sisinirler.
Gavsimiz Seyid Abdülbâki Hazretleri buyurdu ki:
“Artik bu devirde Seyr-i sülukun kemalat makamlarini aramak yerine iman ve Islâm i kurtarmaya çalisiyoruz.”
Nefahatül Üns’de yazdigi üzere, bundan bin sene önce bin adamdan bir adam imanli göçerken,
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, besyüz adamdan bir adamin imanli gçötügünü haber verir.
Bizle imanli göçebilecek miyiz? Bunun elem ve üzüntüsüyle aglamamiz gerekirken,
sanki evliyanin makamina çikmis gibi yalan ve övünme ile geçiniriz.
Bu hal nefsin çirkinligidir. Benim kanaatim sudur: Sadat-i Kiramin seçtigi halifeler hariç,
hiç birimizden onbasi, çavus çikmaz. Imanlarimizi kurtarsak, bize o yeter.
Ne mutlu o insana ki haddini asmaz. Bu devirde kâmil olmak çok zor.
Sabah çarsiya çiksak aksama kadar bin günah isliyoruz. Aksam eve geliyoruz; çikana kadar da besyüz günah isliyoruz.
Böyle günahkâr veli olur mu? Habib-i Hûda (S. A. V) Efendimiz, “Medar-i necat ve halâs, yalniz ihlâstir.
Ihlâsi kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâsli amel, batmanlarla hâlis olmayandan üstündür.” Buyurmustur.
Bu bakimdan, ihlâsi kazandiran amellerin sebebini sirf ilâhi emir oldugunu; neticesinin de Allah’in rizasi oldugunu düsünmeli.
Vazife-i ilâhiyeye karismamalidir. Her seycie bir ihlâs var.
Hatta muhabbetinde ihlâs ile bir zerresi, batmanlarla resi ve ücretli muhabbetten üstündür.
Bir zat, bu ihlâsli muhabbeti söyle tabir etmis: “Ben muhabbet üzerine bir rüsvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükafat, istemiyorum.
Çünkü karsiliginda bir mükafat, bir sevap istenilen muhabbet zaiftir, devamsizdir.”
Ihlâs, günlük hayatta elzem oldugu gibi Islâm hayatinin en nurlu kapisi,
amellerin kabulünde en nurlu yoldur. Ihlassiz amel, yedinci kat semadaki müvekkil melâike tarafindan sahibinin yüzüne vurulur.
Ihlâs, o mes’eledir ki, Halik’m isini halkin isine karistirmamaktir. Hâlik’m isi, sirf O’nun için yapilandir.
Halkin isi ise gösteris, riya, ucub, övünmek…tir. kendi basina namazkilarken pijama ile, basi açik, sanksiz kilar.
Yanina birkaç sofi gelse, cübbe giyer, sarik sarar, koku sürünür, seccade serer. Bu namaz, her zaman namaz degil midir?
Allah seni görmüyor mu?
Dördüncü Mes’ele: Bütün nimetler zahir eliyle gelir. Tarladan, bahçeden veyahut bir insanin eliyle gelir.
Ihtiyar sahibi olmayan seylerden gelirse, (Seftali agaçtan, patlican tarladan. Tarla ve agaç ihtiyar sahibi degildir.)
o zaman onlar Allah hesabina verir. Onlarin verdiginde nefsânî övünme ve vücuda maddi zarar yoktur.
Eger nimeti verenler ihtiyar sahibi ise, cüzî iradeleri ile akillarini kullaniyorsa,
Bismillahirrahmanirrahîm deyip de Allah hesabina vermelidirler.
Çünkü “Mün’min-i hakikiyi hatira getirmeyen O’nun nâmina verilmeyen nimeti yemeyiniz.” Emri vardir.
O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli.
Eger o Bismillah demiyor fakat sende almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun basüstünde Rahmet-i ilâhiyenin elini gör,
sükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in’ama bak; in’amdan Mün’im-i Hakiki’yi düsün. Bu düsünmek bir sükürdür.
Sonra o zahiri vasitaya istersen dua et. Çünkü o nimet, onun eliyle size gönderildi.
Dis sebeplere bel baglayanlari aldatan, iki seyin beraber bulunmasidir ki buna iktiran denir.
Dis sebeplere bel baglayanlar, sükür ve minnettarligini sadece o nimete verir; nimeti veren Mü’ im-i Hakiki’yi unutur.
O nimeti sadece maddi bir sebepten bilir. Oysa nimeti veren, Müsebib-i Hakiki olan Allah’dir.
Bediüzzaman Hazretleri bir misalle bunu açikliyor “Benim meshur talebelerimden Husrev ve Rifat, iktiran isinde hataya düstüler.
Iktirani iltibas ettiler, karistirdilar. Üstadlan bana fazla minnettarlik gösterdiler.
Dediler ki: “Eger üstadimiz buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdik.” Ben de bir zaman hata ettim.
“Benim gibi ümmî bir üstadin yaninda Rifat ve Husrev gibi elmas kalemliler bu risaleleri yazip çogaltmasalardi, onlar yayilmazdi.” Dedim.
Böyle demekle nimet-i ilâhiyenin Allah’dan geldigini unuttum; yazici kâtipleri illet bildim.
Simdi düzeltiyorum: Bize kur’an’in ilmi ve faidesi nimet olarak Allah’dan geldi.
Beni de Allah; basiniza muallim etti. Demeliydiniz ki: “Allah bu muallimi bize vazifedar etti, hamdederiz.
Ama Allah dilemeseydi, nice Bediüzzaman fayda vermezdi.” Ben de demeliydim ki:
“Benim gibi garip bir hocaefendi, nasil bu risaleleri çogaltsin? Allah beni memur etti, böylece yayildi.”
Tasavvufta ise, “Mürsidim olmasaydi bu tarikat nimetleri benim elime geçmezdi.”
Denirse hata olur. Allah, tarikat-i âliyenin nurlu yoluyla bize nimetini ikram etti.
Basimiza Seyid Abdul Baki Hazretlerini (K. S) koymakla da ikinci bir nimet verdi.
Besinci Mes’ele: Bir aynada günesin aksi görülse ve ayna piril piril parlasa, kimse, “Bu ayna günes gibidir.” Demeli.
Aynanin parlakligi günese bagli oldugu gibi mürsidin ruhu ve kalbi bir aynadir.
Cenab-i Hak’dan gelen feyze-maske olur. Mürüdine aksettirmesine vesile olur.
Rabitanin delili, bu besinci mes’ elede (Onyedinci Lem’a, önüçüncü nota, besinci mes’ele) sabittir.
Feyiz Allah’ mdir. Feyz-i ilâhi Ars-i a’ladan yayilir. Kâmil mürsidin vücudu ayna gibidir.
Allahu Teala’mn feyzi bu zata akseder. O da ayineyi müridlerine tutarak kalplerini nurla doldurur.
Ondördüncü nota, tevhide dair dört küçük remizdir.
Birinci Remiz: Ey sebeplere yapisan insan! Garib cevherlerden yapilmis bir aci kasri görsen.
Binaya sarfedilen cevherler. Çin’den, Endülüs’ den, Yemen’den, Sibirya’dan gelse.
Ayna günde, dogu, bati, kuzey ve güneyin bu cevherleri birlesse ve o saray yapilsa, hiç süphe kalir mi ki, o sarayi yapan usta,
bütün Küre-i Arza hükmeden mücizekâr bir hâkimdir.
Her bir hayvan da öyle ilâhi bir saraydir. Insan ise o saraylann en güzelidir.
Insan denilen sarayin cevherlerinin bir kismi âlem-i ervahtan, bir kismi âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuzdan;
diger bir kismi da hava, nur ve anasir âleminden gelmis olup ihtiyaçlari ebede, emelleri semavat ve arza yayilmis;
alakalari dünya âhiret devirlerine dagilmistir.
Iste ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyyetin böyledir; seni yaratan da ancak o Zat olabilir ki:
Dünya ve âhiret birer menzil, araz ve sema birer sahife, ezel ve ebed, dün ve yarin hükmünde olarak tasarruf eden bir zat olabilir.
Ikinci Remiz: Bazi eblehler, günesi tanimadiktan için, bir aynada günesi görse, aynayi sevmeye baslar.
Ayna kirildigi zaman günesin var oldugunu görünce de bütün muahabbetini günese çevirir.
O vakit onlar ki aynada gördügü günes aynaya tâbi degil ama aynaya parlaklik verendir.
Ey insan! Senin kalbin, hüviyetin ve mahiyetin bir aynadir.
Senin fitratinda ve kalbinde bulunan o siddetli beka muhabbeti de
Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karsi muhabbettir ki senin aptalligin yüzünden o muhabbetin yüzü baska yere dönmüs.
Madem öyledir, “Ya Bakî Enteî Bakî” de yani, madem sen varsin ve bakisin; fena ve adem ne isterse bize yapsin, ehemmiyeti yok.
Üçüncü Remiz: Ey insan! Allah’in, senin mahiyetine koydugu en tgarib hal sudur ki:
Bazan dünyaya sigamadigin halde bazan bir zerre veya bir dakika içine girip yerlesiyorsun.
En sddetli duygularinla o dakikacik, o hatiracikta dolasiyorsun.
Ayrica senin mahiyetine öyle manevî cihazlar ve latifeler verilmis ki dünyayi yutsan doymazsin.
Madem öyledir, dikkat et. Dünyayi yutan büyük letaiflerini onda batirma.
Çünkü çok küçük seyle bazan çok büyükleri bir cihetle yutar.
Dördüncü Remiz: Ey dünya-perest insan! Çük genis tasavvur ettigin dünyan dar bir kabir hükmündedir.
Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarlari siseden oldugu için bir biri içinde aksederek göz görününceye kadar genisliyor.
O dünyanin sag duvari olan geçmis zaman ve sol duvari olan gelecek zaman,
ikisi de hal-i hazirda mevcud olmayip gayet kisa ve dar olan simdiki zamanin konutlarini açarlar.
Hakikat hayâle karisir; yok olan dünyayi var zannedersin. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kimildansan,
basini çok uzak zannettigin duvara çarparsin. O vakit görürsün ki: O genis dünyan, kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz.
Senin zamanin ve ömrün büyük bir hizla geçer.
Madem dünya hayati, cismâni yasayis ve hayvani hayat böyledir;
hayvaniyetten ve cismaniyetten çikip kalp ve ruhun derece-i hayatina gir.
Tevehhüm ettigin genis dünyadan daha genis bir hayat daireyi ve nur âlemi bulursun.
Iste o âlemin anahtari marifetullah ve Vahdaniyet sirlarini ifade eden Lâilâheillallah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek
ve ruhu islettirmektir. ‘
Allah (C. C) cümle Ümmet-i Muhammedi hidayet-i ihsan ve Rahmet nurlari ile son nefesimizde imân ile göçmeyi nasip ve müyesser eylesin.
Amin.